24 Kasım 2009 Salı

yaşasın.


''Yıllardır savunurum ben bu domuz gribi olayını'' dedi tansu.


''Nasıl yani, iyi de bu yeni bir hastalık değil mi'' dedi kurbağa.


''Hastalık olur mu, domuz gribi tedavidir sevgilim'' dedi tansu.

''Türkiye'de kimsenin farkında olmadığı bir hastalık var'' dedi.

''Nasıl ki tüm ruslar nataşaysa, türkler de 'yakınlık mesafesi ayarlayamama' hastasıdır.

Bir kıza ofsaytı anlatmak; türkiyede yaşayan birine mahremiyet alanını anlatmaktan daha kolaydır'' dedi tansu.


''Nedir ki mahremiyet alanı tansu'' dedi kurbağa.


''Al işte'' dedi tansu.

''İnsanların yabancı insanlarla aralarına koymak istediği bir mesafe vardır.

Burada kendilerini güvende hissederler.

Bu mesafe otururken gerçekleştirilen diyaloglarda en az 1 metre, ayaktakilerde en az 50 cm, otobüste ise en az 15 cm olmalıdır.

Tarafı yoktur, bu mesafeler dört bir yandan geçerlidir.

Misal otobüste, bu 15 santimi geçmek için cüzdan çalman, savunmasız küçük kızları taciz etmen veya kontrol edilemez bir fil kıçına sahip olman şarttır.''


''Yaşasın domuz gribi'' diye haykırdı kurbağa.


''Yaşasın benim kadar yaşlı ve çirkinleri bile taciz eden otobüs sapıkları'' diye haykırdı tansu.

28 Mart 2009 Cumartesi

sokakta bile varız






27 Mart 2009 Cuma

Hesaplaşma - uzaktan kumanda

Uzaktan kumandasını jelatin içinde saklayabilen insanlara çok imreniyorum ben. Hayatım boyunca bunu arzuladım. Zaman içinde aşınan zigonuma, koltuk koluma inat, ayda bir uzaktan kumandamı jelatininden çıkarıp bakmak istedim. Sizler aşınıp beni üzdünüz ama bu uzaktan kumanda, bu kötü gün dostum; ilk günkü kadar yeni, ilk günkü kadar temiz kalmayı başardı demek istedim. Düğmelerini okşamak, pilini bir başka duracell ile yenilemek istedim. Koltuğun baş köşesine, masanın tam ortasına, dolabın en üstüne koymak ve izlemek istedim. Uzaktan kumandanın, zamana karşı yenilmemek konusunda bana güç vereceğine inandım. Hatta buna bel bağladım. Şu fani dünyada bana mutluluğu sağlayacak tek objenin jelatin içinde muhafaza edebileceğim bir uzaktan kumanda olduğuna inandırdım kendimi. Fakat olmadı sevgili kamuoyu. Başaramadım. Hayatım boyunca, kullandığım hiçbir uzaktan kumandayı jelatininde saklamayı beceremedim. Bir şekilde, o jelatinden dışarı çıkabildiler. Çok geçmeden de üzerindeki rakamları aşındı, düğmeleri basmaz oldu her birinin. Sanki güçlerini bilircesine, sanki bana mutluluğu çok görürcesine yırtıp attılar jelatinlerini ve eskimeye koştular. Hain uzaktan kumandalar.

Ve ben, bugün aydınlandım. Uzaktan kumandaları hayatımdan çıkarıyorum. Yarın yeşilköyde pazar var, oradan da uzunca bir oklava alacağım, ucunu sivrilteceğim falan. Buradan açıklıyorum: Yeni idolum oklavadır sayın seyinciler. Oklava.

19 Mart 2009 Perşembe

Feast of Friends

Bizi parçalanmış bahçeye almak için orada bekliyorlar. Korkunç, heyecanlı ve solgun yüzlü ölümün garip bir anda nasıl geldiğini biliyor musun? Habersizce, plansız bir kabus gibi seni yatağında rahatsız eden ölümün. Hepimizi meleğe dönüştürür ve.. Ve bize meleklerin kanatlarını verir. Omuzlarımız kuzgunların pençeleri gibi olur. Ne daha fazla para, ne de fiyakalı giysiler. Ensest ilişki çenesinde görünene kadar, öbür dünya istediği uzaklığa çoktan ulaşır. Ve doğal kanuna olan itaatini de kaybeder.

Ben gitmiyorum.
Arkadaşlarımın verdiği partiyi, kocaman bir aileye tercih ederim.

--
Jim Morrison - Feast of Friends
An American Prayer (1978)

18 Mart 2009 Çarşamba

Ben var ya - yaya

Olur yani. 

Bazen. 
Yılmaz olsa bağzen derdi.
Babaannem yaşasaydı paazen derdi.
Ben de ona yaya derdim.

Masal anlatırdı bana. 
Bazen.
Kahraman olurdum ben.
Her dem.

17 Mart 2009 Salı

Please

Bizim ev Pangaltı 'nda. Yani Harbiye Ordu Evi 'ne paralel işte. Nişantaşı ve Teşvikiye gibi ELİT muhitlere pek yakın olduğumuzdan dolayı ben boş vakitlerimde çıkar yürürüm oralarda falan. Mesela Pazar günleri Teşvikiye favorimdir. Çıt yok neredeyse sokaklarında. Öyle güzel bir sakinlik yani. Herneyse, bir de Beyoğlu var, vazgeçilmezdir. Güzel havalarda dostlarla Tüyap Kitap Fuarı 'nın üstündeki otoparkta buluşup şarap içilir ve hani oradaki sohbette başka hiç bir yerde olmaz. Fakat geçenlerde Teşvikiye 'de ki ekipler ile kısa bir diyalog yaşamam, bana Beyoğlu 'nda ki diğer ekipleri hatırlattı bir an için. Teşvikiye de olağan Pazar yürüyüşümü yaparken bir Please memuru yanıma gelip "Beyefendi afedersiniz, İyi günler, Rica etsek kimliğinizi görebilir miyiz lütfen" dedi. ALLAH ÇARPSIN birebir yazdım cümleyi bak. Ve nasıl hoşuma gitti anlatamam. Sonra Beyoğlu 'nda ki geldi aklıma bunlar Gbt yaparken. "KİMLİK ÇIKAR!" Hani adam "YAT" dese yatacağız sanki o derece. Bu da böyle bir anımdı. Bu arada çizimlerimi biriktirmek adına yeni bir blog aldım. Dildo ressamıyım. İlgilenen olursa diyerekten link de bu. Gerçi daha pek bir şey yüklemedim. Ama olsun. Bu kadar.

Ben var ya - kutukola

Parasının değerini bilen adam içtiği kutu koladan belli olur diye düşünüyorum. Gittiğim lokantalarda da buna çok dikkat ederim. Etrafta hesabını ödeyip çıkmış müşterilerin kalan kolalarını dikleyen garsonları gördüğümde, benim kolam size yar olmayacak derim içimden. Her yemek dükkanında, en az bir tane müşterilerin kalıntı kolasını içen garson vardır. Bunlar içecek parasından tasarruf edip, çorap falan alırlar kendilerine. Biliyorum ben. Ben yar etmem fakat kolamı bitirirken onları umutlandırmayı da ihmal etmem. Yemeğe başladığımda bardak veya kamış kullanmam. Kutudan içerim. Yemeğin sonuna kadar böyle devam eder bu. Yemek sonlandığında, tam da garson diğer müşteriler gibi kutunun dibinde kalan kolayı içmek için o büyük kafa kaldırma zahmetine katlanmayacağıma inandığı anda, kutuyu masaya bırakır, usulca kamışı paketinden çıkarırım. Son damlasına kadar da içerim o kolayı ben. Garsonun gözünün içine baka baka. Hurpsfgh himpssdjch seslerinin diğer müşterileri rahatsız etmesini de hayatta umursamam. Paramın hakkını alıyorum sonuçta, kim ne diyebilir ULAN.

Duygusal anlar

Google 'da "family portrait" tegiyle arama yapıp görsel sonuçlarına bakmanızı tavsiye ederim. Ama sadece tavsiye ederim. Üzerine siz de yukarıdakine benzer şeyler yaparsanız mesuliyetine karışmam. Bir de Copeland 'in Part time lover diye bir şarkısı var. Siz dinlemeseniz bile güzel şarkı lan. O derece.

16 Mart 2009 Pazartesi

Siktirgit

Siktirgit demek sanıldığı kadar zor değildir aslında. 3 heceden oluşur. Tek nefeste telaffuz edilir. Baştaki "s" harfi uzun tutulur. İlk hece ağızdan çıktıktan sonra kısa bir es verilir ve "tirgit" kısmı ağızdan dökülürcesine söylenir. Telaffuzdan hemen önce sakız, lokum, toblerone gibi dişe kemiğe yapışan, ağıza amcıklama yaşatacak şeyler tüketilmesi tarafımca tavsiye edilir. Tüketilen bu gibi ürünler cülmeye dolgunluk ve ahenk kazandırır. Herneyse, konumuza dönelim. Evet, yine burada da ikinci hecenin son harfi olan "r" de kişisel tercihe, içinde geçtiği cümlenin ahenkine ve karşımızdaki kişide bırakmasını istediğimiz etkiye göre uzatılabilir. Son olarak "siktirgit" dedikten hemen sonra ardından "lan", "abi", "hacı," "usta", "allaşkına", "hasta mısın", "oolum" gibi tamamlayıcı öbekler kullanarak süsleme de yapabiliriz. Yanlız unutmamamız gereken en mühim detay: bu kelimeyi kime, ne zaman ve hangi nedenle söylediğimizdir. Geri dönüşü olmayan yollara girersek hoş olmayan mazilere sahiplik edebiliriz.

Not: Elif 'in "Gönül Dostları" başlıklı yazısına "Sik anasını" yorumunu şeyettiren edepsizde benim. Sik anasını da, "siktiret" in Beta versiyonudur fakat kendi içinde daha derin anlamlar barındırır. Şimdilik vaktimiz kısıtlı olduğu için yazımı burada sonlandırmak zorundayım. Esen kalın. Ya da nasıl isterseniz.

15 Mart 2009 Pazar

mimarlar yeni ressamlar


ev döşemek çok karmaşık bir iş.

10 Mart 2009 Salı

Hesaplaşma - tırtıl shot

Baya eskiden bir arkadaşım vardı. Adı Altuğ idi. Bu çocuk ne zaman bakkaldan, kuruyemişçiden tatlı, tuzlu bir şey alsak, yedikten sonra paketini montunun cebine koyardı. Beni de çevreyi kirletmekle suçlar, kendisini gerçek çevreci ilan ederdi. Ben uzun süre bu arkadaşıma hayran oldum. Hatta ben de gofret, cips paketlerini cebimde saklamaya yeltenmiştim de, annem azarlamıştı, çöpçü müsün oğlum sen diye. Ne kadar anlattıysam da anlamadı annem. Sonra bir gün, Altuğ ile sokakta salak salak otururken, bu montunun ceplerini karıştırmaya başladı. Bir bir o zamana kadar yediği şeylerin paketlerini çıkarıyordu. Gofretler, cipsler, krakerler. İnanılmaz bir arşivdi. Bir de böyle yalandan şaşırıyordu, ''ulan amma da birikmiş ha'' tripleriyle. Sırf hava atmak için biriktirmişti o kadar zaman o paketleri. Resmen eziliyordum. Bu çocuk hem çevreciydi hem de her şeyi yemişti. Çok havalıydı. Benimse yediklerimi kanıtlama şansım yoktu. Ne kadar ''abi ben de geçen tablerone yedim, taneleri dişimin arasına kaçtı yao'' desem de, paketi olmadan benimki sadece bir iddia idi. Ben o gün bu yenilgiden çok etkilendim ve Altuğ'dan intikam almak için geniş cepli kocaman bir mont aldırdım anneme. Biriktirdikçe biriktirdim. Bu esnada başka şehirlere okumaya gittik, bambaşka hayatlarımız oldu falan. Şimdi böyle cepleri full 7 tane montum var. Altuğ'yu sürekli arıyorum buluşalım diye fakat beni sürekli oyalıyor. Sanırım o da her şeyin farkında. Yenilmekten korkuyor Altuğ. Buradan da sesleniyorum: Altuğ götün yiyorsa benimle buluşursun, yoksa seni başarısız, amaçsız, yenik bir adam olarak ilan edeceğim buradan. 2 haftan var. Ona göre. Bye.

Ben var ya - yağmur

Yağan yağmura aldırmadan dimdik yürüyünce kendimi bir şey sanıyorum ben. Etrafımda sanki asit yağıyormuş gibi şemsiye ile korunan, köşelerden yürüyen, sağa sola kaçışan telaşlı insanları görünce, yau diyorum, amma da korkakmışsınız ya siz. En efesi bile hafif kamburlaşıyor istemsiz. Şemsiyeliler ve köşeden yürüyenlerle zaten işim olmaz, onlar baştan kaybetmiş de; şu hafif kamburlaşanların gözünün içine bakıyorum özellikle. Beni görsünler ve biraz cesaretlensinler istiyorum. Ne zaman bir kambur, beni görünce hafif dikleşiyor; işte diyorum, bir kişi daha kazandım. Ve ilk bakkala girip haylayf alıp kendimi ödüllendiriyorum. 

8 Mart 2009 Pazar

Bariz komplo - ingilizce

Ben İngilizce'ye ilkokulda başladım. Ortaokul ve lisede de Türkçe'den çok İngilizce gördüm. Tamam, lise bittikten sonra pek de konuşmadığım için hep nankörlükle suçlanan bu dil, bende köreldi. Halbuki ne nankörlüğü, ben ona methiyeler düzdüm veya dilimden düşürmedim de o bana ihanet mi etti. Kim ki o. Kimsin lan. Ben bu nankörlük olayını reddediyorum. Kıçıkırık bir dilin bana nankörlük edebileceğine kim inanır. Ben kasten onu bu noktaya sürükledim. Önce ben başlattım. Bunu efendice kabul ediyorum. Her şeye rağmen, bugün pek konuşamasam da kendisini anlarım, biraz konuşurum ve en azından kelimelerini telafuz edebiliyorum. Fakat tam bu noktada çok büyük bir derdim var. Sanki tüm insanlık anlaşmış gibi ben İngilizce konuştuğumda anlamamakta ısrar ediyorlar. Ben bunu dünyanın birçok yerinden gelen insanda denedim. Ben bunu yanımdaki insanla aynı kelimeyi aynı şekilde söyleyerek de denedim. Ve hani öyle acayip anlaşılmayacak bihevyır falan gibi zorlu kelimeler de kullanmadım. Mesela bir grup turist taksimde bir yer sordu bir gün bana. Biz de 4 kişiyiz. Ama bana sordu. İşte basit, garson ingilizcesine bile gerek yok, turn left. Bakıyorlar suratıma. Törn left arkadaşım. Hala anlamıyorlar. Arkadaşlarıma bakıyorlar yardım dilenircesine. Arkadaşlardan biri beni elinin tersiyle hafifçe itip, öne doğru geçip, turn left dedi. Aynısı. ''Ah ok thanks'' deyip gitti bu turist itler. Hani ''haa bu muydu bu malın söyleyemediği'' der gibi. Lan, işte kıllanıyorum böyle olunca. 4 kişiden bana sorup, anlamamış taklidi yapıyorlar. Akıllarınca böylece beni vazgeçirecekler İngilizce'den. Hani belki de bu hanzo herifin İngilizce bilmesine imkan yok, en iyi ihtimalle Türkçe konuşabiliyordur, o da yani çat pat diye düşünen varsa burnuna tekme atarım, dalağını yumruklarım. Benden hanzo olur mu hiç yau. Ama yılmadım, mesela bir kere de bir şey için dedim ki ''busy''. Abi bunun okunuşu biizi değil mi. i'yi hafif uzatıyorsun falan. Yok arkadaş, yine anlaşılmadım. Ne, bizi mi, biri mi, bizle ne alakası var vs. Bu böyle sürüp gider. Ama ben biliyorum, herkes anlaştı. Yoksa it gibi anlıyorsunuz. Şimdi sürekli İngiliz dizileri izliyorum. Bir süre sonra İngiliz aksanıyla konuşacağım. O zaman hiç anlamayacaksınız. Ben de diyeceğim ki, hehe British English yavrum. Soon.


Sincerely mother fuckers, see you suckers, thanks losers.

Anlamadınız değil mi? Kesin anlamadınız. Ehm.

6 Mart 2009 Cuma

Geri dönüşüm kutusu – saksı

Çim adamların derisinin kadın çorabı olduğunu öğrendiğim gün “çocukluğumun travmatik olayları” hanesine bir olay daha eklenmişti. Ayrıca kadın çorabı, toprak ve çim ile duygusal bağ kurmak da yeterince tuhaftı. Esas can sıkıcı olansa saksılara yapılan ihanetti. Çorap sayesinde saksıya ihtiyaç duymaksızın bitkiler yaşayabiliyordu. Bu çok büyük bir ihanetti. Nice sarkık, varisli, pürüzlü, soluk bacaklar “zaten” kadın çorabının sıkılığı sayesinde birer adriana lima bacağı olarak önümüze sunulmaktaydı. Kadın çorabı görevini tamamlamıştı. Ama kadın çorabına bu yetmedi. Bu defa saksıların tahtına göz diktiler ve saksıları hayatımızdan çıkardılar. Bugün bakıyorum da, ne penceremde, ne de televizyonumun yanındaki sehpada saksı var. Menekşeler nerede yaşıyor, kasımpatılar neyle besleniyor, sevgili aslanağzı nerede avını bekliyor bunları düşünen var mı hiç? Fakat artık saksılar yalnız değil, onları düşünen biri var. Bugün buradan açıklıyorum: İsmim İlhan Ergül, ben gezegendeki tüm saksıların lideriyim ve tüm kadın çoraplarına savaş açıyorum. Savulun!



Not: Annemin külotlu çoraplarında menekşe deseni var diye kavga çıkardım, neyse ki annem almamış, bi amcanın hediyesiymiş.



Not 2: Bunu ben yazdım, ece çizdi. Elbet boyardı da ama ben bugün bakınca bu haline bir ısındım pir ısındım. Ayrıca ''bugün ecenin doğumgünü, ben bunu zbama yazarak kutlayayım'' dememin üzerinden 1 güne yakın bir süre geçti. Haliyle yarın olmuş. Bu esnada da ece internetten bilgisayarıma girip ''doğumgünümü neden kutlamıyorsun lan allahın belası adam'' şeklinde küfretti. Gerginece. Belli ki umduğu kadar hediye toplayamamış. Üzüldüm ecenamına ve ececim, doğumgünün kutlu olsundu, oldu. Bitti. Gitti.

Ben bir sivilce olsam

Bence sivilceler güçlerinin farkında değiller. Yapabildikleri en büyük şeyin, büyümek ve barınabildikleri kadar o ciltte yaşamak olduğunu falan zannediyorlar. Ben bir surat sivilcesi olsam, önce efendice yanağa konumlanır, yaşam mücadelesine girişirim. Ne zaman ki ev sahibim beni suratından uzaklaştırmaya çalışır, işte o zaman savaş başlar. Bugün bir sivilce, kendisini çoluğuyla çocuğuyla kış günü sokağa atmaya çalışan adamı, en fazla iz bırakmakla tehdit edebiliyor. İz bırakmak nedir ki. Maddi izi herkes bırakıyor. Çamur bile. Mühim olan manevi iz bırakabilmek. Sen sivilcesin, gücünün farkına var yahu. Evet ben bir sivilce olsam, benimle yaşamayı kabullenmeyen adamın önce suratından gider gibi yapıp ufalırım, adamın tam ''oh kurtuldum lan'' dediği günlerde de önemli bir buluşmasını bekler; ya burnunun tam ucunda, ya iki kaşının ortasında, ya da burunla yanağın arasındaki çukurda canlanır, büyüyebildiğim kadar büyürüm. Bunun için gerekirse kanla bile işbirliği yaparım. Özellikle, yıllarca hayranı olduğu kadınla buluşacağı gün yaparım bunu. Tam da, insanların işten çıkarıldığı kriz döneminde 3 adam maaşı alabileceği cillop işin, mülakatını beklerim. Kendine güvenini elinden alır, yalnızlığa iterim. Klavyesine dökülmüş ekmek kırıntılarını kemirip, yalnızlığını unutmak için ve keyif aldığı tek şey olan porno arşivine gömüleceği güne kadar da gitmem. İşte o gün, basit bir yanılsamayla, onu terk etmeyen tek şeyin ben olduğumu farkedecektir. İşte o gün, biz bu kaybedenle dost olacağız. Zaten sağlam dostluklar da, büyük kavgaların ardından kurulmuyor mu yau?

24 Şubat 2009 Salı

Everything's be Fine

Bu sabah bir arkadaşımla konuştum. Bana sevgilisini anlattı. Şu ana kadar kimseyi ondan daha çok sevmediğini söyledi. İlk kez aşık olmuş. Böyle şeyler insanın sık sık kendi başına gelmiyor olsa da yakınlarında gördüğünde bile sevinebiliyor. Ben de sevindim onun adına. Mutluluğu kilometrelerce uzaktan belli oluyordu zaten. Sonra tam o sırada bir mesaj aldı ondan. Sevgilisinden işte. "Konuşmamız gerekiyor" demiş. Paranoyalar yapmaya başladı bizimki. Çok fazla sevdiğiniz zaman endişeleriniz de normalden fazla oluyor haliyle. "Negatif bir hava seziyorum Yağız" dedi bana. Ben de "yanına gidinceye kadar pozitif düşün" dedim. Ben herşeyin güzel olacağına inanıyordum.

Akşam oldu. Geldi ve "ayrıldık" dedi. Cevap veremedim. Hep verememişimdir zaten. Bu gibi anlarda başkalarının bana nasıl davranmasını istiyorsam ben de öyle davranırım insanlara genelde. T-shirt hâlâ ipte asılı. Ve hâlâ her şeyin güzel olacağına inanıyorum ben. Çünkü bazı şeyler hayatımıza girmeden önce nasıl mutlu yaşayabilmişsek eğer, onlar hayatımızdan çıktıkları zaman da yine aynı şekilde mutlu olabileceğimizi düşünürüm. "Zaman herşeyin ilacıdır" dendiğinde bir çok insan dalga geçiyor ya hani. Bence biraz fazla hafife alıyorlar zamanı.

22 Şubat 2009 Pazar

Ev Hali


Durumum gerçekten vahim, 3 gündür evden dışarı ekmek almaya bile çıkmadım, internet bağlantısı kesik, şifresiz komşu wireless'ı kovalar oldum evde. Buldum mu affetmiyorum. O başka. Birde hayatımda ilk kez ciddi bir firmadan iş teklifi aldım freelance (yada freelenca yada firilens ulan! neyse) onu yapmaya uğraşıyorum fotoşopta, bu yüzdendir ki elime kalem alamıyorum ki illüstrasyon neyin yapayım, efenime söylüyim sonra birde altına bişeyler yazayım, insanlar okusun filan.

Dışardan kah chp kemal kılıçtar oğlu'nun, kah sahadet partisinin seçim şarkıları önce güçsüz bir şekilde duyuluyor, sonra ses kuvvetleniyor, şahlanıyor, sonra güçsüzleşip yok oluyor. Aynı hayat gibi şu seçim otobüsleri öyle değil mi sevgili zbam okuyucuları. Ben ise şimdi karar verdim artık düzenli uyuycam, sabahları yüzümü yıkamaya başlıycam. Yeter.

Şu işleri halledeyim, yepyeni bomba gibi işlerle aklınızı alacağıma yemin edebilirim. Ciddiyim.

and The Oscar Goes to

Askerliğimi yaptığım günden başlayarak hâlâ da içmeye devam ettiğim sigaradır Lark. "Tersten okuyunca KRAL oluyor" muhabbeti yapmayacağım merak etmeyin. Medeniyetlerce baş aşağı edilmiş, dışlanmış, "ıyy çok pis kokuyor" denmiştir. Ben severim tütününü. Üstelik uzun ve kısa paket seçeneklerinin ikiside aynı fiyata satılıyor. Hayır hayır reklam yapmıyorum, sadece onsuz mutlu olamadığımı söylemeye çalışıyorum. Hatta bu ilüstrasyonu t-shirte bastırmayı bile düşünüyorum. Sigaraya aşık olmak. Yeni uyanmak. Bebek sesi. Profiterol. Ayran pide 500.

20 Şubat 2009 Cuma

Hangimiz nerdeyiz ki

18 Şubat 2009 Çarşamba

Matara ne ya

İlkokula gittiğim dönemlerde sınıfımızda incir ağacının yapraklarını yiyip daha sonra "bak lan bak kusuyorum" diyip önümüzde -bildiğin- kusan Yavuz diye bir gerizekalı vardı. Ve bir gün Yavuz 'un, yine bizimle aynı sınıfta okuyan Mine isimli bir kız öğrencinin matarasını inşaata atması üzerine kıyamet kopmuştu. Aynı günün akşamı Mine evine gittiğinde nasıl bir aksanla "Yavuz" dediyse artık, ertesi sabah ebeveynleri soluğu müdürün odasında alıp "Yağız bizim kızımızın matarasını inşaata atmış" diye şikayette bulunmuşlardı. 250 kere (evet saydım) "Ben atmadım" dememe rağmen ve bir türlü üçümüz de yanyana getirilmediğimiz için isim karışıklığı hadisesi aydınlanamadı ve suçlu olarak ben gösterildim tüm öğrenim hayatım boyunca. Geçtiğimiz aylarda Facebook isimli community sitesi aracılığı ile mevzubahis kişi Mine, bana arkadaş ekleme talebi gönderdi. Şimdi, bu durumda ne yapmak gerekir tam bilemiyorum. Bilmek de istemiyor olmam cabası. Üstelik kış aylarında annem bana zorla külotlu çorap giydirdiği için -o kadar saklamaya çalışmama rağmen bir şekilde farkedip- tüm sınıfa beni madara eden de yine aynı kişi. Hayat sürprizlerle dolu. Şimdi ben ona ne yapsam haklıyım. Hattaağzınasıçsamyeridir. Herneyse, şimdi uyumam lazım. Yarın Büyükada 'ya gidip koşarken fotoğraf çekeceğiz. Evet abi koşarken işte nevar.

17 Şubat 2009 Salı

Neyim var doktor?

16 Şubat 2009 Pazartesi

dirtybeat


küçükken sevdiğim yemekler yoğurtlu makarna, yoğurtlu pilav ve tosttan ibaretti.
dayım bir gün bana askerde yemeğini bitirmeyenlerin dövüldüğünden bahsettiğinde çok korkup daha fazla çeşit yemek yemeye başlamıştım.
artık sadece balık yemiyorum, umarım askerde balık yemeği yoktur. çünkü hayatta en korktuğum şey dayak yemektir.
şu ana kadar bir kere annem dövdü beni gerçek anlamda, onun dışında hiç dövülmedim. umarım askerde beni dövmezler.

İştah Meselesi

Darwin 'in teorisi ne kadar doğru onu bilemem fakat iştah konusunda maymunlardan bir farkımız olmadığı kanısındayım. Hepimiz yaz aylarında kış, kış aylarında da yaz gelsin istiyoruz. Bunebiçimişabi. Üstelik gelmeyeceğini bile bile ve üzerinden 10 yıl geçmiş olsa bile yine o cümle mütemadiyen söyleniyor. Diyorum ki buna bir son vermeli. Yazın it gibi terlemenin, kışında buz gibi donmanın keyfine varmalı. Siz hiç kışın soğuğunda, gecenin 3 'ünde, Dolmabahçe Sarayı 'nın önünde denize karşı salep içmek ne demek bilir misiniz? Bilenlerbilmeyenlereanlatsın. Yarın yazılı yapacağım.

Manikdepresif dipnot: İlüstrasyon boktan olabilir, yeni yeni çizmeye başladığım için o muhtemelen. Zamanla düzeleceğine gönülden inanmam bir yana, bu yola baş bile koyabilirim. Potansiyel var yani. Bu kadar.

15 Şubat 2009 Pazar

Sövgölölör Gönö

Dünden kalan sevgililer günü burukluğunun üzerine bir yenisi daha eklendi. Diş ağrısı. Sabahtan beri -bir gece önce alınan aşırı alkol nedeniyle- canla başla dövüştüğüm baş ağrım yetmiyormuş gibi üstelik. Bir yandan sol arka azı dişimin ağrısıyla sevişiyorken, bir yandan da bu cümleleri yazıyorum işte. FALAN. Bir de şimdi "bukimlan" diyenler olabilir, elbette olabilir. Olacaktırda. Şöyle diyeyim; ben yeni çocuğum. Öyle denir ya hani. Bu da "Zbam 'e hoşgeldim" temalı yazım. Ve şu yukarıda görmüş olduğunuz kıyma makinasının orjinali 4x6 cm falan aslında. Tıp çok ilerledi. Yıl 2009. Ailelerinize iyi bakın.

6 Şubat 2009 Cuma

hissediyoruz

kanepeye çıktım. aşşağı baktım. yüksek değildi.
atladım. ayağım halıya değdi atlayınca. garip değil mi hayat. halı ve ayak. his, hisler. hissetmek iyi.

3 Şubat 2009 Salı

Alis Harikalar Diyarında Ölsün - SarıDolmuş

Dolmuşları çok severim. Minibüsleri sevmediğim doğrudur fakat gerçekten bak, dolmuşlar bir harikalar. Yalnız yanlış anlaşılmasın, dolmuşları ne kadar seviyorsam, şoförlerinden de bir o kadar nefret ederim. Normalde, bozuk para vermediğim için, müziğim kulaklığımdan taştığı için, her virajda savrulma garantili orta sıradaki tabureyi reddettiğim için veya hakkım olan 5 kuruş para üstünü talep ettiğim için beni azarlamalarına anlayış gösterebilirim. Akşama kadar direksiyon sallıyorlar, yazık adamlara zırvalarından değil, yeterince sinirlenirse karşı yönden gelen dolmuş şoförünü de olaya dahil edip kafamı gözümü yarmalarından çekindiğim için gösteririm o anlayışı. Kendisi ve koltuğunun altında gizlediği odunu yetmiyormuş gibi bir de destek ister bu adiler. Sonuç itibariyle dediğim gibi tüm bunlara normalde anlayış gösterirdim, fakat dolmuş henüz kalkmadan kahya ile şakalaşan, yüzünde güller açan o şoför gaza basar basmaz bambaşka bir insan olmuyor mu, ben buna dayanamıyorum. Diyorum ki neden bana da kahyaya baktığı gibi bakmıyor bu adam, neden benimle de şakalaşmıyor diyorum, nerede yanlış yapıyorum anlamıyorum. Kahyalarda olup da bende olmayan nedir, bunu anlayamıyorum. 

İşte bu yüzden sevgili okur, ben kahyaları çok kıskanıyorum.

31 Ocak 2009 Cumartesi

vicdan

Tut yedim duttu beni
Yârim unuttu beni
Yarı yola varmadan
Hıçkırık tuttu beni.

30 Ocak 2009 Cuma

Beni herkes sevdi bir sen sevmedin - William Bradly

Ya arisciğim, bizimki reklam evliliği, ben doğallıktan yanayım, ne o öyle silikon milikon, insan mısın ya derken tıpkı seven'da karısının kafası kargo kutusu ile çölde eline verildiğinde ağladığı gibi ağlamaya başladı bu. Vay be dedim herif ne güzel rol yapmış o zaman. Bradciğim dedim, bu kız seni sıkıyor mu, arkadaşlarla rakıya çıkacağız dediğinde surat asıyor mu, sen esas bundan haber ver dedim. Ağlamaktan yaşaran gözleri, gülünce legends of the fall'da julia ormond'u ilk gördüğü anki gibi ayrı bir parlar oldu bradimin. Demiyor abi, ancelina bana hiç karışmaz, çok anlayışlıdır dedi. E dedim, senin derdin doğal kadınlarla mı birlikte olmak, bu mu yani hayattaki tek sorunun. Düşündü biraz, burn after reading'de giysi dolabının içinde vurulmadan hemen önce takındığı gülüş yerleşti suratına. Anladım kerata seni dedim, peki sen arislerle rakıya çıkıyorum desen, biz seni ataköye götürsek keyfin yerine gelir mi dedim. Anlamadı bu, bakırköye yeni taşındığı için buraları daha bilmiyor çünkü, ataköyde ne var ki abi dedi. Ulan hınzır dedim, hem süt gibi kadın istiyorsun, hem de nerede bulunur bilmiyorsun, bizim ihsan abi var, onda telefon numarasından geçilmez, bir arayalım dedim. Aradık konuştuk falan, ama tabi brad pitt gelecek demedik, ismini versek fiyat iki katına çıkar, 500 dolar dedi bunlar, sabaha kadar. Brad dedim, 500 dolara bu iş tamam. Fiyatı duyunca 12 monkeys'te hastanede ilaç almamak için yaptığı gibi aptalı oynamaya başlamaz mı. yok tüm parasını bakırköyden aldığı eve yatırmış da, yok cebindeki son parasını sabah mutfak masrafları için ancelinaya bırakmış da, yaa dedim, brad, tamam ya, ağlama dedim, biz çocuklarla aramızda toplar, sana ısmarlarız, dert etme, yeter ki biz seni hep snatch'te boksörü tek yumrukla devirdikten sonraki gülüşünle görelim yao dedim. Söz veriyorum sizi utandırmayacağım ağbi dedi. Eferin dedim. 

28 Ocak 2009 Çarşamba

Alis Harikalar Diyarında Ölsün - Sahne Tozu


evet sayın seyirciler, şimdi de alkışlarınızla aris karafili sahneye davet ediyorum sözleri ile anıldığımda, gözlerimdeki yaşlar çoktan yola çıkmıştı. var gücümle alkışladım aris karafili. hatta bikaç kez, coşkudan, avuçlarımı birbirine denk getiremeyip kıytırık alkış sesi çıkardım. çok rahatsız oldum tabi bundan. ben, her biri birbirinden mükemmel alkış şaplaklarını hak etmiştim. şaka ve şukaları değil.
 
ardından, annem, babam ve kardeşim aras, koltuklarından zıpkın gibi fırladılar. bir de sanki sahneye kesinlikle davet edilmeyecekmişim gibi gidip en ortaya oturmuşlar. sıradaki 12 kişinin her birini 6şar diz darbesiyle rahatsız ettikten sonra koridora ulaştılar. önde babam, arkasından annem ve en son aras şeklindeydi bu ördek sürüsü. yalnız arasın diz darbeleri sebebiyle menisküse yakalananlar olduysa da, bundan henüz haberdar değillerdi.
 
koridorda 3 karafil: sanki dünyayı oğulları kurtarmışçasına yürüyen annem ve babam ile beni çok yakından tanımayanların 'ama aris?'  diyecekleri kadar bana benzeyen aras. babam bakkala bile arabasıyla gidenlerdendi. annemse gün boyu yürüse de şikayet etmeyenlerden. fakat uyumluydular. birlikte uyumlu bir şekilde yürümeyi başardılar. arassa, zaten her biçimde aras. ve sahne.
 
sunucuya ulaştırılan küçük bir not kağıdıyla, durum haber verildi. sunucu bu işe biraz bozulduysa bile ses etmedi. edemezdi de zaten. babam babacan adamdı. sunucu babamdan çekindi. diğer herkes gibi.
 
tüm bunları izlerken mp3 çalarımda 1 şarkıyı daha geçmiştim. bir harika white stripes şarkısı daha geride kalmıştı.

derken sunucu gür sesiyle haykırmaya başladı. ve iştee, bu senekii, en başarılı erteleme ve ertelediklerine üşenme hastalığı dallarında birinci olan hastamııız, ariiis karafiiiil.
 
tüm salon alkışlardan "yıkılacak" gibiydi. annem yeni avon temsilcisi adayları, babam tartışabileceği yeni mecralar ve aras da halısaha maçı için en sağlam 13ü arar gözlerle bakıyordu seyircilere. seyircilerse, aralarında eminim beni kıskananlar vardır, seyircilerin canı cehenneme.

ödül kupamı çekirdek aileme teslim ederken, sunucunun son sözleri tam da şöyleydi: "işte azim, işte büyük bir başarı öyküsü, işte erteleme hastalığının büyük öncüsü. ödülünü bile almayı erteleyen, buna üşenen aris karafil. nur içinde yat sevgili kardeşim. nur içinde yat. ve bize, bu zorlu yaşamda kılavuzluk ettiğin için sana binlerce kez teşekkür ediyoruz. binlerce kez".

amen.

27 Ocak 2009 Salı

04:43

''yazamıyorum.'' dedim kendi kendime.
hiç bir şey yazamaz hale gelmiştim.

arkadaşlarım aramıyorlardı beni.
bende onları aramıyordum.
evimde oturup,
ekmek arası beyaz peynir, domates yiyor;
külotlu çorap giyiyor;
evde telefonlara bakıyor;
kapı çalınca ben açıyor;
babamı yemeğe ben çağırıyordum.

işte bu yüzden yazamaz hale gelmiştim.

eski sehir


ne yalan söyliyim aslında bu görüntü benim bir parçamı oluşturuyor ve seviyorum. bu gelişine yerleştirilmiş, birbiri üstüne binmiş, içiçe geçmiş binalar ve terkedilmiş bahçeler olmasa ben nasıl bir insan haline gelirdim merak ediyorum şimdi. çocukken oynadığım sokaklar pasta dilimi gibi özenle parçalara bölünmüş olsa, evlerin hep ön balkonlarında değilde arka balkonlarında da çaylar içilip, kurabiyeler yenseydi, minik ben odamdan dışarıyı izlediğimde ne düşünürdüm acaba... peki manzara böyleyken aklımızdan ne geçiyordu ben ve benim gibi bir dolu çocuğun.. bilemeyrum.. ama bence melankoli ya da hayatın adil olmayan tarafı dokunmuş olmalı bana, ta o erken zamanlarda. hiç iyi mi olmuş kötü mü olmuş bu düşünemiycem ama abuk sabuk insanların parmak izleri geziniyor şimdi o karşıdaki damda. ayı ayı tutup çekiştirmiş çakmışlar betonu toprağa. hayvaaanlaaaarrrrrr utanmazlaaaaaarrrr
ama yani bi albenisi de var hani. bu çarpıcı düzensizlik, çekici bir bilinmezliğe o da esrarengiz bir kent yaşamına dönüşüyor. her yerde bir süprizle karşılaşma ihtimali bizim hayatlarımızı şekillendiriyor, çıkmaz sokaklar yollarımızı kesiyor. ve düz yürümüyoruz. hep radikaliz aslında.

6 Ocak 2009 Salı

zbamosaurus




Savaşta ölen insanlar ne diyor dinleyin....Ne için? ne için bu savaş ? ? ??

Size söylüyorum.... Götünüzden savaş atmayın.... Yoksaaaaaaaa........


We will zbam your head off! vuaaaaaah!

  © Blogger template 'Mantis' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP