28 Mart 2009 Cumartesi

sokakta bile varız






27 Mart 2009 Cuma

Hesaplaşma - uzaktan kumanda

Uzaktan kumandasını jelatin içinde saklayabilen insanlara çok imreniyorum ben. Hayatım boyunca bunu arzuladım. Zaman içinde aşınan zigonuma, koltuk koluma inat, ayda bir uzaktan kumandamı jelatininden çıkarıp bakmak istedim. Sizler aşınıp beni üzdünüz ama bu uzaktan kumanda, bu kötü gün dostum; ilk günkü kadar yeni, ilk günkü kadar temiz kalmayı başardı demek istedim. Düğmelerini okşamak, pilini bir başka duracell ile yenilemek istedim. Koltuğun baş köşesine, masanın tam ortasına, dolabın en üstüne koymak ve izlemek istedim. Uzaktan kumandanın, zamana karşı yenilmemek konusunda bana güç vereceğine inandım. Hatta buna bel bağladım. Şu fani dünyada bana mutluluğu sağlayacak tek objenin jelatin içinde muhafaza edebileceğim bir uzaktan kumanda olduğuna inandırdım kendimi. Fakat olmadı sevgili kamuoyu. Başaramadım. Hayatım boyunca, kullandığım hiçbir uzaktan kumandayı jelatininde saklamayı beceremedim. Bir şekilde, o jelatinden dışarı çıkabildiler. Çok geçmeden de üzerindeki rakamları aşındı, düğmeleri basmaz oldu her birinin. Sanki güçlerini bilircesine, sanki bana mutluluğu çok görürcesine yırtıp attılar jelatinlerini ve eskimeye koştular. Hain uzaktan kumandalar.

Ve ben, bugün aydınlandım. Uzaktan kumandaları hayatımdan çıkarıyorum. Yarın yeşilköyde pazar var, oradan da uzunca bir oklava alacağım, ucunu sivrilteceğim falan. Buradan açıklıyorum: Yeni idolum oklavadır sayın seyinciler. Oklava.

19 Mart 2009 Perşembe

Feast of Friends

Bizi parçalanmış bahçeye almak için orada bekliyorlar. Korkunç, heyecanlı ve solgun yüzlü ölümün garip bir anda nasıl geldiğini biliyor musun? Habersizce, plansız bir kabus gibi seni yatağında rahatsız eden ölümün. Hepimizi meleğe dönüştürür ve.. Ve bize meleklerin kanatlarını verir. Omuzlarımız kuzgunların pençeleri gibi olur. Ne daha fazla para, ne de fiyakalı giysiler. Ensest ilişki çenesinde görünene kadar, öbür dünya istediği uzaklığa çoktan ulaşır. Ve doğal kanuna olan itaatini de kaybeder.

Ben gitmiyorum.
Arkadaşlarımın verdiği partiyi, kocaman bir aileye tercih ederim.

--
Jim Morrison - Feast of Friends
An American Prayer (1978)

18 Mart 2009 Çarşamba

Ben var ya - yaya

Olur yani. 

Bazen. 
Yılmaz olsa bağzen derdi.
Babaannem yaşasaydı paazen derdi.
Ben de ona yaya derdim.

Masal anlatırdı bana. 
Bazen.
Kahraman olurdum ben.
Her dem.

17 Mart 2009 Salı

Please

Bizim ev Pangaltı 'nda. Yani Harbiye Ordu Evi 'ne paralel işte. Nişantaşı ve Teşvikiye gibi ELİT muhitlere pek yakın olduğumuzdan dolayı ben boş vakitlerimde çıkar yürürüm oralarda falan. Mesela Pazar günleri Teşvikiye favorimdir. Çıt yok neredeyse sokaklarında. Öyle güzel bir sakinlik yani. Herneyse, bir de Beyoğlu var, vazgeçilmezdir. Güzel havalarda dostlarla Tüyap Kitap Fuarı 'nın üstündeki otoparkta buluşup şarap içilir ve hani oradaki sohbette başka hiç bir yerde olmaz. Fakat geçenlerde Teşvikiye 'de ki ekipler ile kısa bir diyalog yaşamam, bana Beyoğlu 'nda ki diğer ekipleri hatırlattı bir an için. Teşvikiye de olağan Pazar yürüyüşümü yaparken bir Please memuru yanıma gelip "Beyefendi afedersiniz, İyi günler, Rica etsek kimliğinizi görebilir miyiz lütfen" dedi. ALLAH ÇARPSIN birebir yazdım cümleyi bak. Ve nasıl hoşuma gitti anlatamam. Sonra Beyoğlu 'nda ki geldi aklıma bunlar Gbt yaparken. "KİMLİK ÇIKAR!" Hani adam "YAT" dese yatacağız sanki o derece. Bu da böyle bir anımdı. Bu arada çizimlerimi biriktirmek adına yeni bir blog aldım. Dildo ressamıyım. İlgilenen olursa diyerekten link de bu. Gerçi daha pek bir şey yüklemedim. Ama olsun. Bu kadar.

Ben var ya - kutukola

Parasının değerini bilen adam içtiği kutu koladan belli olur diye düşünüyorum. Gittiğim lokantalarda da buna çok dikkat ederim. Etrafta hesabını ödeyip çıkmış müşterilerin kalan kolalarını dikleyen garsonları gördüğümde, benim kolam size yar olmayacak derim içimden. Her yemek dükkanında, en az bir tane müşterilerin kalıntı kolasını içen garson vardır. Bunlar içecek parasından tasarruf edip, çorap falan alırlar kendilerine. Biliyorum ben. Ben yar etmem fakat kolamı bitirirken onları umutlandırmayı da ihmal etmem. Yemeğe başladığımda bardak veya kamış kullanmam. Kutudan içerim. Yemeğin sonuna kadar böyle devam eder bu. Yemek sonlandığında, tam da garson diğer müşteriler gibi kutunun dibinde kalan kolayı içmek için o büyük kafa kaldırma zahmetine katlanmayacağıma inandığı anda, kutuyu masaya bırakır, usulca kamışı paketinden çıkarırım. Son damlasına kadar da içerim o kolayı ben. Garsonun gözünün içine baka baka. Hurpsfgh himpssdjch seslerinin diğer müşterileri rahatsız etmesini de hayatta umursamam. Paramın hakkını alıyorum sonuçta, kim ne diyebilir ULAN.

Duygusal anlar

Google 'da "family portrait" tegiyle arama yapıp görsel sonuçlarına bakmanızı tavsiye ederim. Ama sadece tavsiye ederim. Üzerine siz de yukarıdakine benzer şeyler yaparsanız mesuliyetine karışmam. Bir de Copeland 'in Part time lover diye bir şarkısı var. Siz dinlemeseniz bile güzel şarkı lan. O derece.

16 Mart 2009 Pazartesi

Siktirgit

Siktirgit demek sanıldığı kadar zor değildir aslında. 3 heceden oluşur. Tek nefeste telaffuz edilir. Baştaki "s" harfi uzun tutulur. İlk hece ağızdan çıktıktan sonra kısa bir es verilir ve "tirgit" kısmı ağızdan dökülürcesine söylenir. Telaffuzdan hemen önce sakız, lokum, toblerone gibi dişe kemiğe yapışan, ağıza amcıklama yaşatacak şeyler tüketilmesi tarafımca tavsiye edilir. Tüketilen bu gibi ürünler cülmeye dolgunluk ve ahenk kazandırır. Herneyse, konumuza dönelim. Evet, yine burada da ikinci hecenin son harfi olan "r" de kişisel tercihe, içinde geçtiği cümlenin ahenkine ve karşımızdaki kişide bırakmasını istediğimiz etkiye göre uzatılabilir. Son olarak "siktirgit" dedikten hemen sonra ardından "lan", "abi", "hacı," "usta", "allaşkına", "hasta mısın", "oolum" gibi tamamlayıcı öbekler kullanarak süsleme de yapabiliriz. Yanlız unutmamamız gereken en mühim detay: bu kelimeyi kime, ne zaman ve hangi nedenle söylediğimizdir. Geri dönüşü olmayan yollara girersek hoş olmayan mazilere sahiplik edebiliriz.

Not: Elif 'in "Gönül Dostları" başlıklı yazısına "Sik anasını" yorumunu şeyettiren edepsizde benim. Sik anasını da, "siktiret" in Beta versiyonudur fakat kendi içinde daha derin anlamlar barındırır. Şimdilik vaktimiz kısıtlı olduğu için yazımı burada sonlandırmak zorundayım. Esen kalın. Ya da nasıl isterseniz.

15 Mart 2009 Pazar

mimarlar yeni ressamlar


ev döşemek çok karmaşık bir iş.

10 Mart 2009 Salı

Hesaplaşma - tırtıl shot

Baya eskiden bir arkadaşım vardı. Adı Altuğ idi. Bu çocuk ne zaman bakkaldan, kuruyemişçiden tatlı, tuzlu bir şey alsak, yedikten sonra paketini montunun cebine koyardı. Beni de çevreyi kirletmekle suçlar, kendisini gerçek çevreci ilan ederdi. Ben uzun süre bu arkadaşıma hayran oldum. Hatta ben de gofret, cips paketlerini cebimde saklamaya yeltenmiştim de, annem azarlamıştı, çöpçü müsün oğlum sen diye. Ne kadar anlattıysam da anlamadı annem. Sonra bir gün, Altuğ ile sokakta salak salak otururken, bu montunun ceplerini karıştırmaya başladı. Bir bir o zamana kadar yediği şeylerin paketlerini çıkarıyordu. Gofretler, cipsler, krakerler. İnanılmaz bir arşivdi. Bir de böyle yalandan şaşırıyordu, ''ulan amma da birikmiş ha'' tripleriyle. Sırf hava atmak için biriktirmişti o kadar zaman o paketleri. Resmen eziliyordum. Bu çocuk hem çevreciydi hem de her şeyi yemişti. Çok havalıydı. Benimse yediklerimi kanıtlama şansım yoktu. Ne kadar ''abi ben de geçen tablerone yedim, taneleri dişimin arasına kaçtı yao'' desem de, paketi olmadan benimki sadece bir iddia idi. Ben o gün bu yenilgiden çok etkilendim ve Altuğ'dan intikam almak için geniş cepli kocaman bir mont aldırdım anneme. Biriktirdikçe biriktirdim. Bu esnada başka şehirlere okumaya gittik, bambaşka hayatlarımız oldu falan. Şimdi böyle cepleri full 7 tane montum var. Altuğ'yu sürekli arıyorum buluşalım diye fakat beni sürekli oyalıyor. Sanırım o da her şeyin farkında. Yenilmekten korkuyor Altuğ. Buradan da sesleniyorum: Altuğ götün yiyorsa benimle buluşursun, yoksa seni başarısız, amaçsız, yenik bir adam olarak ilan edeceğim buradan. 2 haftan var. Ona göre. Bye.

Ben var ya - yağmur

Yağan yağmura aldırmadan dimdik yürüyünce kendimi bir şey sanıyorum ben. Etrafımda sanki asit yağıyormuş gibi şemsiye ile korunan, köşelerden yürüyen, sağa sola kaçışan telaşlı insanları görünce, yau diyorum, amma da korkakmışsınız ya siz. En efesi bile hafif kamburlaşıyor istemsiz. Şemsiyeliler ve köşeden yürüyenlerle zaten işim olmaz, onlar baştan kaybetmiş de; şu hafif kamburlaşanların gözünün içine bakıyorum özellikle. Beni görsünler ve biraz cesaretlensinler istiyorum. Ne zaman bir kambur, beni görünce hafif dikleşiyor; işte diyorum, bir kişi daha kazandım. Ve ilk bakkala girip haylayf alıp kendimi ödüllendiriyorum. 

8 Mart 2009 Pazar

Bariz komplo - ingilizce

Ben İngilizce'ye ilkokulda başladım. Ortaokul ve lisede de Türkçe'den çok İngilizce gördüm. Tamam, lise bittikten sonra pek de konuşmadığım için hep nankörlükle suçlanan bu dil, bende köreldi. Halbuki ne nankörlüğü, ben ona methiyeler düzdüm veya dilimden düşürmedim de o bana ihanet mi etti. Kim ki o. Kimsin lan. Ben bu nankörlük olayını reddediyorum. Kıçıkırık bir dilin bana nankörlük edebileceğine kim inanır. Ben kasten onu bu noktaya sürükledim. Önce ben başlattım. Bunu efendice kabul ediyorum. Her şeye rağmen, bugün pek konuşamasam da kendisini anlarım, biraz konuşurum ve en azından kelimelerini telafuz edebiliyorum. Fakat tam bu noktada çok büyük bir derdim var. Sanki tüm insanlık anlaşmış gibi ben İngilizce konuştuğumda anlamamakta ısrar ediyorlar. Ben bunu dünyanın birçok yerinden gelen insanda denedim. Ben bunu yanımdaki insanla aynı kelimeyi aynı şekilde söyleyerek de denedim. Ve hani öyle acayip anlaşılmayacak bihevyır falan gibi zorlu kelimeler de kullanmadım. Mesela bir grup turist taksimde bir yer sordu bir gün bana. Biz de 4 kişiyiz. Ama bana sordu. İşte basit, garson ingilizcesine bile gerek yok, turn left. Bakıyorlar suratıma. Törn left arkadaşım. Hala anlamıyorlar. Arkadaşlarıma bakıyorlar yardım dilenircesine. Arkadaşlardan biri beni elinin tersiyle hafifçe itip, öne doğru geçip, turn left dedi. Aynısı. ''Ah ok thanks'' deyip gitti bu turist itler. Hani ''haa bu muydu bu malın söyleyemediği'' der gibi. Lan, işte kıllanıyorum böyle olunca. 4 kişiden bana sorup, anlamamış taklidi yapıyorlar. Akıllarınca böylece beni vazgeçirecekler İngilizce'den. Hani belki de bu hanzo herifin İngilizce bilmesine imkan yok, en iyi ihtimalle Türkçe konuşabiliyordur, o da yani çat pat diye düşünen varsa burnuna tekme atarım, dalağını yumruklarım. Benden hanzo olur mu hiç yau. Ama yılmadım, mesela bir kere de bir şey için dedim ki ''busy''. Abi bunun okunuşu biizi değil mi. i'yi hafif uzatıyorsun falan. Yok arkadaş, yine anlaşılmadım. Ne, bizi mi, biri mi, bizle ne alakası var vs. Bu böyle sürüp gider. Ama ben biliyorum, herkes anlaştı. Yoksa it gibi anlıyorsunuz. Şimdi sürekli İngiliz dizileri izliyorum. Bir süre sonra İngiliz aksanıyla konuşacağım. O zaman hiç anlamayacaksınız. Ben de diyeceğim ki, hehe British English yavrum. Soon.


Sincerely mother fuckers, see you suckers, thanks losers.

Anlamadınız değil mi? Kesin anlamadınız. Ehm.

6 Mart 2009 Cuma

Geri dönüşüm kutusu – saksı

Çim adamların derisinin kadın çorabı olduğunu öğrendiğim gün “çocukluğumun travmatik olayları” hanesine bir olay daha eklenmişti. Ayrıca kadın çorabı, toprak ve çim ile duygusal bağ kurmak da yeterince tuhaftı. Esas can sıkıcı olansa saksılara yapılan ihanetti. Çorap sayesinde saksıya ihtiyaç duymaksızın bitkiler yaşayabiliyordu. Bu çok büyük bir ihanetti. Nice sarkık, varisli, pürüzlü, soluk bacaklar “zaten” kadın çorabının sıkılığı sayesinde birer adriana lima bacağı olarak önümüze sunulmaktaydı. Kadın çorabı görevini tamamlamıştı. Ama kadın çorabına bu yetmedi. Bu defa saksıların tahtına göz diktiler ve saksıları hayatımızdan çıkardılar. Bugün bakıyorum da, ne penceremde, ne de televizyonumun yanındaki sehpada saksı var. Menekşeler nerede yaşıyor, kasımpatılar neyle besleniyor, sevgili aslanağzı nerede avını bekliyor bunları düşünen var mı hiç? Fakat artık saksılar yalnız değil, onları düşünen biri var. Bugün buradan açıklıyorum: İsmim İlhan Ergül, ben gezegendeki tüm saksıların lideriyim ve tüm kadın çoraplarına savaş açıyorum. Savulun!



Not: Annemin külotlu çoraplarında menekşe deseni var diye kavga çıkardım, neyse ki annem almamış, bi amcanın hediyesiymiş.



Not 2: Bunu ben yazdım, ece çizdi. Elbet boyardı da ama ben bugün bakınca bu haline bir ısındım pir ısındım. Ayrıca ''bugün ecenin doğumgünü, ben bunu zbama yazarak kutlayayım'' dememin üzerinden 1 güne yakın bir süre geçti. Haliyle yarın olmuş. Bu esnada da ece internetten bilgisayarıma girip ''doğumgünümü neden kutlamıyorsun lan allahın belası adam'' şeklinde küfretti. Gerginece. Belli ki umduğu kadar hediye toplayamamış. Üzüldüm ecenamına ve ececim, doğumgünün kutlu olsundu, oldu. Bitti. Gitti.

Ben bir sivilce olsam

Bence sivilceler güçlerinin farkında değiller. Yapabildikleri en büyük şeyin, büyümek ve barınabildikleri kadar o ciltte yaşamak olduğunu falan zannediyorlar. Ben bir surat sivilcesi olsam, önce efendice yanağa konumlanır, yaşam mücadelesine girişirim. Ne zaman ki ev sahibim beni suratından uzaklaştırmaya çalışır, işte o zaman savaş başlar. Bugün bir sivilce, kendisini çoluğuyla çocuğuyla kış günü sokağa atmaya çalışan adamı, en fazla iz bırakmakla tehdit edebiliyor. İz bırakmak nedir ki. Maddi izi herkes bırakıyor. Çamur bile. Mühim olan manevi iz bırakabilmek. Sen sivilcesin, gücünün farkına var yahu. Evet ben bir sivilce olsam, benimle yaşamayı kabullenmeyen adamın önce suratından gider gibi yapıp ufalırım, adamın tam ''oh kurtuldum lan'' dediği günlerde de önemli bir buluşmasını bekler; ya burnunun tam ucunda, ya iki kaşının ortasında, ya da burunla yanağın arasındaki çukurda canlanır, büyüyebildiğim kadar büyürüm. Bunun için gerekirse kanla bile işbirliği yaparım. Özellikle, yıllarca hayranı olduğu kadınla buluşacağı gün yaparım bunu. Tam da, insanların işten çıkarıldığı kriz döneminde 3 adam maaşı alabileceği cillop işin, mülakatını beklerim. Kendine güvenini elinden alır, yalnızlığa iterim. Klavyesine dökülmüş ekmek kırıntılarını kemirip, yalnızlığını unutmak için ve keyif aldığı tek şey olan porno arşivine gömüleceği güne kadar da gitmem. İşte o gün, basit bir yanılsamayla, onu terk etmeyen tek şeyin ben olduğumu farkedecektir. İşte o gün, biz bu kaybedenle dost olacağız. Zaten sağlam dostluklar da, büyük kavgaların ardından kurulmuyor mu yau?

  © Blogger template 'Mantis' by Ourblogtemplates.com 2008

Back to TOP